5 Ağustos 2014 Salı

erguvanlı baharlara..

yıllarca kışı sevmedim.
kış depresyonu yaşadım.
her kar yağmur yağdığında yüzüm asıldı.
eve dönerken yollarda ağladım.

sonra köye geldim. kıştı.soğuktu. yağmurdu, kardı.
nasıl oldu bilmiyorum, kendimi kışın sakinliğinin kollarına bıraktım.
sevdim kışı, sevmekle kalmadım, seviştim kışla.

sonra şehirde kışın keşmekeşini sevmediğimi anladım.
herkesin istanbul'da olduğu, çocukların okula, insanların işe gittiği kış.
yağan yağmurun toprakla buluşamadığı için üzerimizde kaldığı kış.
sevmediğimin kış değil de, o curcuna olduğunu anladım.

şimdi yaz bitse diye bekliyorum.
yaz bir taciz ateşi gibi tepemde.
derlenip toplanıp gelen insanlarla doluyor köy.
meraklı bakışlarla, imrendiğini iddia eden ama dahil olmayan insanlarla.
güneş altında çalışmak zor.
susuzluk toprağı delirtmiş gibi.
hep bir rehavet hali..
hep bir kalabalık..
hep bir denge arayışı..

dinginlikten başka bir şey değilmiş meğer derdim..
yazı kışı bahaneymiş, dengede kalmaktan başka bir şeyde değilmiş gözüm.
kalabalıklardan kaçarmışım da diyemezmişim kendime..

tüm bunlardan bağımsız dengede kalabildiğim, iç sesimi duyabildiğim ve kalbime uzaklaşmadığım sonsuz baharlara niyet ediyorum şimdi. kendimi bahara davet ediyorum. içimde açan erguvanlara.







23 Temmuz 2014 Çarşamba

çiftlikte bir başına..

sanki aylardır yalnız kalamamış gibiyim. kırsal, insanın zaman ve mekanla olan münasebetinin başka açılardan fotoğrafını çekiyor ve ben bazen bir günü bir yılmış gibi yaşıyorum.

çok kalabalık bir ekolojik mimari atölyesinin ertesinde, bu gün, bayramiç pazarının olduğu çarşamba günü çiftlikte sadece kazlar, tavuklar, köpekler ve ben varız. insandan arınmış haliyle çiftlik güzel bir ödül , yemeğin yemeye kıyamadığım en güzel yeri gibi..

yalnızlığı özlüyorum ben. kimsenin olmadığı, kendimle başbaşa kaldığım bu hali.

firuz'umun evine başladık. koca kışı bu evin doğum sancılarını izleyerek geçirdim. yapılsa mı, yapılmasa mı? atölyeli bir etkinlik mi, ustalı sustalı bir iş mi? kalınır mı gidilir mi derken, kısa bir moladan sonra döndüğümde evin taş yüzü kendini sevdirirce yükselmiş, bizim ona dokunmamızı bekliyordu. bir atölye etkinliği olacağı belli olmuştu ve alışık olmadığım bir ritme hazırlanma hali herkesi sarmıştı..

öncesinde başıma gelecekleri anlamadım tabi, bu daha ilk büyük etkinlik deneyimim olacaktı. sonra üçer beşer insanlar gelmeye başladılar, kazanlarda pişen yemekler, gün aşırı biten su bidonları, kıymete binen filtre kahve, yemek yetişti mi korkuları, ekmek saymalar, çamur süpürmeler falan derken.. bir baktım ki, benim ritmim kaybolmuş.  hiç durmadan birşeylere koşturuyorum ama sanki elimden bir iş gelmiyor gibi. yemek yapıyorum; beğenilme kaygısı. kahve pişiriyorum; takdir edilme kaygısı. temizlik yapıyorum; memnun etme kaygısı. içime bakamadığım ve kalbimi dinleyemediğim her anın bana aşılmamış duyguların tekerrürü olarak geri döndüğünü gördüm.

ve sonra anladım ki, insanın kendi ritmine sahip çıkabilecek kadar arınmış olması gerçekten bir mertebe. kendime bu konuda daha yumuşak ve makul davranmaya niyet ettim. kendime deneyimler için alan açmaya, deneyimlemekten ve ritimsizlikte kaybolmaktan korkmamaya da..

zira yol bitmeyecek.
yolcu ölümlü, yol ölümsüz.
ve her an bir dalga gelip, herşeyi silip süpürebilir.

şahane insanlarla tanıştım. içimdeki bezgini hatırlatıp sinirlendirenler, içimdeki palyaçoyu hatırlatıp güldürenler.. içimi açıp görenler.. gördüğünü sevenler, gördüğüne sevinenler, görmeme müsade edenler..

herkesin ben olduğu, benim herkes olduğum bir kalabalık hali çok tuhaf oluyormuş. kızamamak, öfkelenememek. çünkü içindeki bir şeyin seni tetiklediğini bilmek..

yani diyeceğim o ki, bir ev yapılırken sadece bir ev yapılmıyor.

20 Temmuz 2014 Pazar

gezegenin kıyısında bir dengesiz alakarga

bu yazı bir yolculuk yazısı değil belki de. ya da yolculuk yazısı tam da böyle olur. bilmiyorum.

bir seyahat blogunda ruhsal bir yolculuk hadisesinden bahsetmekle ilgili beni ne kaygılandırıyor, bunu da ayrıca bilmiyorum. kategorize etme hikayelerine bu kadar aldanmış mıydım, neyse..

ben kendimi uçmak isterken yüksekten düşmüş yavru bir alakarga gibi hissediyorum. hiç yavru bir alakarga olmadığım için de nasıl davranacağımı bilmiyorum. çok yüksekten düşmüşlüğüm var ama hiç alakarga olmuşluğum yok. hiç olmadığım birşey gibi hissetmek beni çok endişelendiriyor. ilk aşık olduğumda kendimi kaplana koşan çok cesaretli bir ceylan gibi , annem öldüğünde fener tutulmuş tavşan gibi hissetmiştim.. şimdi hem ceylanlığı hem tavşanlığı biliyorum ama alakarga olmak çok yeni..

şimdi hikayeye neresinden başlasam pek kestiremiyorum, zira elimde anlatılacak öyle dişe dokunur bir hikayeden çok, dolgusu düşmüş dişin yerinde esen yeller gibi sızılı bir ruh hali var. kendime de azıcık söylenmiyor değilim hali, insan ilk gençliğini tezer özlü, turgut uyar okuyarak geçirmemeli belki de. ya da en çok onları okumalı, bilemiyorum. nihayetinde karnımın içinde melankoli şarkıları çalıyor..

ruh halimin böylesine anlamsızca değişmesini de seviyorum ben. beni ben yapıyor bu halim. kocaman kahkalar atmayı sevdiğim kadar seviyorum hıçkıra hıçkıra ağlamayı. bir sabah uyanıp yok olmayı dilediğim günlerin doğurganlığına aşık oluyorum. sonra hiç düzelmeyecekmişim sanıp paranoyalara kapılıyorum, korkuyorum. o endişenin bende yarattığı adrenali de seviyorum. pişman olacağıma inandığım duygulara daha hızlı atlıyorum mesela, pişman olma ihtimalim varsa iyice korkusuz oluyorum..

yine dağıldım, anlatamıyorum.

siz beni, iyisi mi, birkaç ay önce kırsalda yaşamak için yola çıkmış, bunun için de ufak çapta devrim yapması gerekmiş, yakın zamanda arazi almaya karar vermiş ama bir sabah uyandığında hem ressam hem çiftçi hem anne hem aşık hem de dünyayı arşınlayan bir gezgin olmak istediğine karar vermiş bir pusulasız olarak bilin.

kafamın karışıklığını da bitmek tükenmek bilmeyen yaşama arzuma verin.

bir hayat bana yetmiyor. birkaç hayatım olsa deneyim olsun diye intihar bile ederdim.

bunun yanı sıra, az önce birilerine "insanın merkezinde kalabilmesi çok öenmli", "hayat bir denge" falan gibi dengesiz dengesiz laflar etmiş de olabilirim.

buraya kadar okuyabilmiş, iç dengesi, galeride duran sıfır araba jantı gibi pırıl pırıl olan sabırlı okurumun da alnından öperim.

gidemedim.

4 Temmuz 2014 Cuma

kendine ait bir oda...


yeniden yeniköydeyiz.

burası bizim merkezimiz gibi. dönüp dolaşıp geleceğiz evimiz gibi.

gelişimizi kutluyoruz. ve sonra sabah oluyor.

üzerimde derin bir mutsuzluk hali. nereden geldiğini nasıl geldiğini, nasıl beni sabah sabah bu kadar sarıp sarmaladığını bir türlü bulamıyorum. bahçede oturuyorum olmuyor. gustavla badiyi alıp orman yürüyüşüne çıkıyorum, yok. salon serin diyorum -ne gerek varsa, hava yeterince serin zaten- kıvrılıyorum bir köşeye. yine içimde bir sıkıntı. kocaman bir yılan tarafından yutulmuş gibi hissediyorum.

sonra bir güç bulup kalkıyorum, canım firuz'un odasına dalıyorum. "firuz ben çuval gibi hissediyorum" diyorum. bilmem kaç kere söylüyorum bunu. firuz yıkanmış, saçlarını taramış, odasında güzel bir şeftali kokusu var. hafif bir müzik çalıyor. kitap okuyor odasında. - dün gece ne çok gülüp eğlenmiştik oysa. çocukluk travmalarımızla dalga geçip, ince ince tespitler yapıp nasıl da derinlerimizde dolaşmıştık - belki de onun yorgunluğudur diye konuşuyoruz.

sonra ağzımdan dökülüveriyor. "seni şu an çok kıskanıyorum. bu oda çok güzel."

ve o an dank ediyor. ben kendi yaşam alanımı sevmiyorum. serhatla birleştirilmiş tekli yataklarda yatıyoruz ve her gece aramızda üç-beş santimlik boşluklar oluşuyor. odada hiç görsel yok. gardrop yapabileceğimiz bir şey yok. her yer yine dağıldı. bavulda yaşamaya gıcık oluyorum. ayakkabılarla odaya girmekten nevresim toz toprak oldu.

o zaman gidip duruma el koymalıyım! sorunu biliyorsam çözmekten kolay ne var?

ve firuzun yanından koşarak serhat'ın yanına gidiyorum. en iyi dostum, sevgilim, hayat kolaylaştırıcım gülen gözlerle dinliyor anlattıklarımı. "e hadi" diyor, "gidip bu işi halledelim.." bu adamın holivud filmlerinden fırlayıp hayatıma girdiğine neredeyse emin gibiyim : )

yatağımızı ve yatağımızın yönünü değiştiriyoruz. güzel kokulu nevresimler geçiriyoruz. uyku tulumlarımızı bir otelde battaniyeler nasıl serilirse öyle seriyoruz. sonra çıkıyoruz gardrop avına. şahane bir köşe dolap buluyoruz salona giden holde. kapıp getiriyoruz. yatak başımız için ikili bir raf bile buluyoruz bir yan odadan. yetmiyor. tatlı cadı İlknur'un bana hediye ettiği sabunun paketin kağıdındaki görseli rafımızın üstüne asıyoruz.
ayrılan yataktan, bavulla yaşamaktan kurtuluveriyoruz bir anda. minik tatlı bir kilim getirip seriyoruz yere, artık odamıza ayakkabımızla girmeyeceğiz.

ağzım kulaklarımda gezinmeye başlamışken, firuz elinde hoparlörle geliyor, "müzik dinlersin" diyor. sanırım bugün melekler benim için çalışıyor..



göçebe yaşam hep öyle güllük gülistanlık değil. şehirli refleksleri, mekansal takıntılar, mülkiyet arzuları ara ara gelip dürtüyor. su sıkıntısı var diye yıkayamadığım, en sevdiğim kirli şortum bana kirli poşetinden göz kırpıp "azıcık canın sıkılsın, beni giyemiyorsun yine" falan diyor tabi..

ama ikeaya gidip bir çift kişilik yatak -elbette o yatağa uygun nevresimler-, bir gardrop ve yatakbaşı görseli alıp  dönmüyorsun işte..

aramayı, bulmayı, yaratmayı, destek olmayı, talep etmeyi, kendi ihtiyacını gözetmeyi öğreniyorsun işte..

çok şükür, buradayım.
çok şükür, bu gece keyiften bayıla bayıla uyuyacağım.
çok şükür, kendime ait bir odam var.

14 Haziran 2014 Cumartesi

neler oldu neler bitti..

Yüz gün sonra istanbuldayız..

sevdiklerim dışında hiçbirşeyini özlememiş olduğumu anlamanın şaşkınlığını yaşıyorum. Sanki hiç burada yaşamamışım gibi. Sokaklarını arşınlamamışım, yollarını eskitmemişim, denize bakım hiç bira yudumlamamışım gibi. Yabancı bir şehrin kaosuna düşmüşüm de, gözlem yapıyormuşum gibi hissediyorum.

İstanbula gelene kadar ne çok insanla tanıştım, ne çok manzara gördüm, ne çok hikaye dinledim.. neresinden başlasam bilemiyorum..

fethiye pastoral vadinin portakal çiçeği kokusuna, güçlü atı rüzgara, gediklisi bünyamine, çalışan köylülerine ve fransız gönüllülerine bir nebze doyduktan sonra ilk sevgili olduğumuz yıl gittiğimiz kabak shanti garden'ın sahibi Hasan'ın Kaş'ta İzne köyünde açmaya hazırlandığı kamp alanına doğru yola çıktık..

Fethiye'ye kadar gelmişken Serhat'ın İstanbul'dan kaçıp eşiyle birlikte Fethiye'ye yerleşen çocukluk arkadaşı Memo'ya uğramayı da ihmal etmedik tabii. Sanırım yolda olmanın en güzel taraflarından biri de bu- sevdiklerine zaman ayırabilmek. Keyifle geçen bir gecenin ardından derlenip toplanıp yolumuza devam ettik.

Kaş'tan 13 km dağ yolu tırmanışıyla ulaşılan İzne köyüne vardığımızda hava kararmış, meis adasındaki evlerin ışıkları kaş'a doğru göz kırpmaya başlamıştı bile. Bizi kapıda Hasan, meggie ve beyaz karşıladı. Uzun zaman sonra yeniden bir araya gelmiş olmanın keyfini sürdük. Gördüğüm en çalışkan insanlardan biri olan Hasan bir başına kısacık bir zamanda üçü neredeyse bitmiş tam beş tane bungalow ev yapmıştı bile. Kocaman pencereli evi arazinin tepesinde badem ağaçlarına bakıyordu. Biraz ev işleri, biraz Hasan'a yardım derken sebze bahçesi yapmaya karar verdik. İlk yükseltilmiş sebze bahçesi kurma girişimimiz başarıyla sonuçlandı : )

Hasanın geleni gideni, eşi dostu da hiç eksik olmadı biz oradayken. Daha sonra tekrar karşılaşacağımızı bilmediğimiz Bahar'ı da orada tanıdık, büyük bir hayranlıkla hikayesini sevdiklerimizle paylaştığımız Murat'ı da.

Lafı gelmişken biraz Murat'tan bahsedeyim. Hasan'nın yerinin hemen yan tarafında Mektephan adında bir kamp alanı var, eski bir okuldan dönüştürülmüş, yeşillikler içinde, bungalowların ve kamp alanının olduğu işletmenin sahibi Nejat abi bizi pikniğe götüreceğini söylediğinde çevreyi görecek olmanın heyecanıyla koşa koşa arabaya doluştuk. Toprak yoldan çukurlara bata çıka gittiğimiz yerde bir arkadaşlarının bir arazi aldığını ve orada yaşadığını duymuştuk. Likya yolunu epey meşakkatli bir rotası üzerinde durduğumuzda sağımızda bir dere solumuzdaysa yıllardır dokunulmadığı besbelli eski yıkık dökük bir ev gördük. Karşımızdaki ev Murat'ın eviydi. Araziye girip Murat'ın nerede olduğunu anlamaya çalışırken tüm güleçliğiyle karşımızda ince uzun genç bir adamla karşılaştık. Ben hayatımda hiç böylesine bir sevinçle karşılandığımı anımsamıyorum.

Murat yıllar evvel o yolu yürürken görmüş bu araziyi, “aşık” olmuş kendi tabiriyle. Ama ne arazi almaya niyeti ne de bütçesi varmış o zaman. Hasan Kaş'a gelip yerleşince bu araziyi tekrar bulmak için epey çaba gösterdikten sonra hem araziyi bulmuş hem de sahibine ulaşmış. Allem etmiş kallem etmiş, hiç malını mülkünü satmaya niyeti olmayan adamı ikna etmiş. Araziyi alır almaz da akarı var kokarı var dememiş gelmiş içine yerleşmiş. “Elektriği yok, suyu yok, yolu mayın tarlası..” diyenleri duymazdan gelmiş. Oraya olan aşkı da karşılığını vermiş, ona zor bir kış yaşatmış. Buz orlu kış ona öyle iyi gelmiş, öyle iyi gelmiş ki kışın bir üç ay daha sürmediğine üzülür olmuş. Değişmiş, dönüşmüş, kendine dönmüş.. İnsan sesine hasret, kendi sesine yabancı kalmış ama kendini bulma yolunda çıktığı yolda bunlar da ona iyi gelmiş..

Biz vardığımızda ağaçları sarmalamış bağları usul usul, tüm doğayı gözeterek temziliyordu. Karıncayı ezmemek, ağazı üzmemek, yabanı ürkütmemek gibi derlerinin arasında bizi nasıl ağırlayacağını şaşırmış haliyle kalbimizde kocaman bir yeri oldu. Benim her aklıma geldiğinde “yolu açık olsun, tüm dilekleri bir bir tutsun” dediğim insanlardan birisi oldu. Bir daha karşılaşır mıyız? Bilmem, bir önemi yok. Böylesine güzel yaşanan bir aşkı ve o aşka harcanan emeği görmek benim için çok kıymetliydi..

Kaş'ta kalbime yer eden insanlardan biri de cemile ana. Komşumuz Veli amcanın karısı, yareni, elli yıllık hayat arkadaşı.. sağır duymaz uydurur cinsinden yaşlanmış kulaklarına inat tüm duyduklarını – ama aslında yanlış anladıklarını- birinden bir başkasına aktarmak konusunda ihtisas yaptığı her gün tescillenen Veli amcanın “ah veli ah, gençken de hiç susmazdın, susup dinlememekten sağır oldu bu kulakların, gocamaktan” değil diyen, “yemeğine ortak oldum ama elli yıldır lafına ortak olmadım anam, benim için rahat” diye yüzleyen ama kocası sofraya oturmazdan evvel aşkla “sırtına minder koy koca adam, sen hastalansan benim kalbim yanar” demekten de geri kalmayan bir şaman kadın.. Sağlık sıhhat lafı ne zaman geçse kalbimden geçiriyorum ikisini de..

15 gün kadar Hasan'ın evinde misafir olduktan sonra Hasan'a meggie'ye ve bir daha hiç göremeyeceğimiz beyaz'a veda ettik..

Yola çıkmadan önce en çok gitmek istediğimiz yerlerden biri olan Çıralı tarafında Beycik köyünde yaşayan Ayşe ve Selahattin'in yeri olan Flora'ya doğru yola çıktık. Yapacakları Bahar şenliğinin birkaç gün öncesiydi.. Bu da yolda olmanın başka güzel bir tarafı işte, dostlarımızın yardıma ihtiyaç duydukları anda yanlarında olabilmek..

Sürpriz gidişimiz sevinç çığlıklarıyla karşılandı. Uzun uzun sarılmalar, öpüşmeler, koklaşmalar, duygusal ağlaşmalar içimizi açtı da açtı..açıldık saçıldık selahattinin güzel kaktüs çiçekleri gibi renklendik. Ayşenin güzel yemeklerinin tadını çıkarttık. Selahattinle keyifli zamanlar geçirdik derken bir baktık ki çok kalabalıklaştık. Şenlik çağrısını duyan gelmişti. Şima ve Hande ile tanıştık. Yılların göçebesi Şima ve taze istifasını verip yola çıkmış Hande'niz güzel dünyalarını dinledik. Çok özlediğimiz Emre ve Günnurla görüştük.. Alker teknolojisiyle ev yapma fikrini kafasına fena halde koymuş Atalay'dan çok şey öğrendik. Öyle kalabalıktı ki, herkesi ansam sayfalar dolusu yazmam gerekir.

Sürpriz yaparak geldiğimiz Florada bizi de bir Sürpriz bekliyordu. Kaş'ta Hasan'ın evinde tanıştığımız Bahar. Arkadaşı Atakan'ın sen burayı çok beğenirsin bir uğrasana demesiyle gelmiş Bahar. Karşılaşınca “dünya ne küçük yahu” diye sarıldık birbirimize.. Sohbet muhabbet, istanbuldan arkadaşımız deniz'in de geleceğini ve bizimle tatil yapacağını söylediğimizde, bahar kaş'ta boş duran bir evi olduğunu ve biz gitsek o ev bir işe yarıyor diye nasıl sevineceğini, istediğimiz kadar kalabileceğimizi, haftasonları ona da gelmek için bahane olacağımızı anlatmaya başlamıştı bile.

[Bu önemli bir an. Yola çıkmaktan korkarken evsiz kalmak, parasız kalmaktan korkanlara sesleniyorum; yolda olmak yüzlerce evinin olması demek.. kapıların açılması demek.. hikayelerin buluşması demek..]
Parasını verip kalamayacağımız Meis adasına nazır, önü deniz, bahçesi begonvil kocaman bir evde şahane bir tatil yapacağımızı henüz bilmiyorduk pek tabii : ) ama en önemlisi böyle şahane bir dost edineceğimizden haberimiz yoktu..

Bahar şenliğinden hemen sonra Serhatla yollarımız ayrıldı. O, gustavla birlikte kaş'ta arkadaşımız Emir'in Limanağzındaki mekanı Delos'a yardıma gitti, bense Yeniköy'deki kadın çemberine doğru uzun ve yorucu bir yolculuğa çıktım.

Çanakkale Yeniköy'e gitmek evime dönmek gibiydi. 17 saat süren yolculuğun ardından “kendi odamızda” kalmanın tadı bambaşkaydı. Ben gittikten bir gün sonra İstanbul'dan, Çanakkale'den, Antalya'dan gelen benim güzel tatlı cici cadılarım yavaş yavaş gelmeye başladıklarında heyecandan, çarpıntıdan ve dev bir sevgi dalgasından başka hiçbir şey yoktu sanki. Tanıdığım bildiğim dostlarımı bir kez daha anladığım, tanımadıklarımı keşfe koyulduğum şahane çember deneyimleri yaşadım.çok güzel kadınlar tanıdım, çok şahane hikayeler dinledim.. Ayrılmak zor oldu ama yeni kavuşmaların heyecanına da yer açtım..

Akçay'da minik bir yeğen molası verdim tabii ki : )

Yine uzun ve yorucu bir yoldan sonra Serhat'ın yanına müthiş bir özlemle geri döndüm.

Delos'ta dünyayı parasız pulsuz gezmiş ve seyyah geçen yılların ardından bir gece “beni bir yere bağlayacak bir erkeğe” niyet ediyorum dedikten sonra bir sevgiliye değil ama o gece rahmine düşen oğlu Aziz'e kavuşan ve bana niyet etmek konusunda güzel bir ders veren Mehlikayla tanıştım. Dört yaşında bir erkeğe aşık olmanın keyfini yaşadım. Mehlikanın bir başına muhteşem anneliğine, azizin dört yaşındaki erdemliliğine hayran kalarak birkaç gün geçirdim..

bu arada zaman su gibi akıp geçti ve deniz istanbul'dan kaş'a , bizde Bahar'ın bize armağan ettiği o güzel eve doğru yola çıktık. Limanağzın'dan Kaş'a likya yolunu yürüyerek gittik. Şahane manzaralar gördük. Gustav da likya yolu yürümenin haklı gururuyla yol boyunca devrilecek yer aradı. Bu arada biz de sonbaharda bir yolunu bulup uzun bir likya yolu yürüyüşüne niyet etmiş olduk..

Deniz'in kaş'a gelişi en çok da dostlarımı ne çok özlediğimi hatırlattı bana. Tanıdığım bildiğim birini görmek, istanbuldan haber almak, olanı biteni dinlemek öyle iyi geldi ki.. bir haftalık keyiften bayıldığımız bir tatil yaptık. En zor kısmı da deniz'i yolcu etme kısmıydı. Sanırım ayrılma anları pek bana göre değil..

Bu arada Kaş'tayken barış köyünden tanıştığım tatlı meslektaşım -artık ikimizin de eski mesleği tabii, göçebelik ikimizin de kalbini çalmış durumda- Işıl, Bodrum Mumculardaki Varvil çiftliğinin gönüllü ihtiyacı olduğundan, kendisinin de orada çok keyifli günler geçirdiğinden bahsedince dümenimizi bodrum'a çevirdik.

Köyceğizde yediğimiz muhteşem kurufasülye, görmeye korktuğumuz dönümü yirmibeşbin liralık arazi.. birkaç saatte bodrumdaydık.

“Siz mumcular'a girin solunuza baka baka gelin köyden sonra sarı bir kapı göreceksiniz” gibi şahane bir tarif veren rizeli olduğu her halinden belli sesin sahibi vehbi abiydi.vardıktan Birkaç saat sonra tanışacağımız minik bir hoparlör yutmuş gibi konuşan levent abi ise yoğurt, peynir, yumurta dağıtmak üzere servise çıkmıştı..

kaldığımız en keyifli yerlerden biriydi varvil. Mutlu inekleri, serseri tavukları, katatonik köpeği ve ediyle büdü şakireyle dudu gibi olmuş vehbi abi ve levent abiyle hep eğlendiğimiz, güzel sohbetler ettiğimiz bir yer olarak kaldı aklımızda. Keçi peyniri, beyaz peynir, kaşar peyniri -ki hakikaten başlı başına kocaman bir iş- ve yoğurt yapımından delicesine zevk aldığımı anladığım, yorgunluktan ölü gibi uyuduğum ve her sabah mutlu uyandığım bir yer.. yine yine yeniden gitmek istediğim bir yer.


Kuzenim Cansu'nun ankaradaki nişanı nedeniyle bodrumda geçirdiğimiz on beş günün sonunda bize yine yollar göründü...hayırlı işler vesilesi ile bile olsa şehire gitmek istemediğimi onaylayan birkaç gün geçirdik ankara'da..
Sonra bir şehirden başka bir şehire, istanbula geldik..

bu yazı sanırım “uzun zaman yazmamış olmanın” yazısı oldu. Hem kendi tarihi tutmak için, hem de merak edenlere “vallahi de yaşıyoruz” demek için..

Yazmak konusunda disiplin sahibi olmaya niyet ediyorum.
Yazarken duygularımı yitirmediğim aralıklarla yazmaya niyet ediyorum..

17 Nisan 2014 Perşembe

yoldan haberler..

uzun olmuş yazmayalı, yaşamaktan yazamıyorum.

tam ben bunu anlatayım herkes duysun diyorum, yeni bir deneyim dikiliyor karşıma. ohh bunları bağlarım artık anlatırken diyorum, bir yenisi geliyor. sonra dönüp bakınca ilk hikayedeki duygularımın dönüştüğünü görüp vazgeçiyorum anlatmaktan. eh öyleydi böyleydi derken zaman su gibi akıp geçiyor..

yola çıkalı 45 gün oldu.arabaya binip yola çıktığımız gün yıllar öncesinde kalmış gibi. sanki hiç istanbulda olmadık, dokuz altı çalışmadık. excel dosyalarıyla boğuşmadık. patronumuza küfretmedik. tüm bunlar sanki hiç olmadı, ya da olduysa da anımsayamayacağımız kadar çok vakit geçip gitti üstünden..

ilk durağımız çanakkale yeniköydü.  bir ay kadar kaldık yeniköyde. bizim için yumuşacık bir geçişi sağlayan yer oldu.. tepelerin arasında binbir emekle yapılmış evleri, gönüllü odaları, ortak alan mutfağı, sınıfı, salonuyla çok güzel bir manzaranın parçası gibiydi. tavukların ne biçim de vahşi olabildiklerini, kazların tıslayışlarını, yumurtadan çıkmak için çabalayan kaz yavrularını, hiç pazara gitmeden yaşayabilecek olmayı deneyimledik. ben pırasadan elli farklı yemek yapmayı öğrendim örneğin. ramazan amcayla meyrem ablanın ineklerinin ebeliğini yaptık. koyunlara çobanlık ettik. kuzularla öpüştük..

bana çok şey öğretti yeniköyde yaşamak. eğer "kırsala kaçış: 101" diye bir ders olsaydı, stajı yeniköyde yapılsın derim.

yeniköydeyken bir haftalık bir belentepe ziyaretimiz oldu. taner'in şahane ev sahipliğiyle, çok eğlendiğimiz, çok şey öğrendiğimiz ve çok güzel yemekler yediğimiz bir tecrübe. sönmez abinin bitmeyen komedyenliği eşliğinde beş gün su gibi akıp geçti. henüz sürdürülebilirliğini ilan etmemiş ama bunun için çaba sarfeden bu muhteşem manzaralı çiftlik deneyimi bize çok iyi geldi..

yeniköye bir süre için döndükten sonra da azıcık eş dost görelim niyetiyle yola yeniden düştük. ne foça bıraktık, ne urla ne seferihisar ne de akçay..

şimdi de fethiye'de pastoral vadideyiz. ne kadar kalacağımızı bilmiyoruz. kendimizi akşıta olmanın huzurlu kollarına bıraktık..

e haberler bitti şimdi şarkılar : )

hayatımda ilişki kuramadığım, kurmaktan kaçtığım, yalancıktan iletişim kurup asgari müşterekte görüşmeye çabaladığım kim varsa bir benzeriyle karşılaşıyorum. zihnimde hangi ilişki biçmiyle uğraşıyorsam, kendimi neyle ilgili düşünmeye davet ediyorsam hayat bana hemen beni sınayacak karakteri sunuyor : )

ilk zamanlar "yok artık" diyerek hayrete düşüyordum, artık "ya ne olacaktı" diyip kendimi bu taze deneyimin içine atıveriyorum.hatta kuramadığım tüm ilişkilerdeki sorumluluğumu görmek ve olanı olduğu gibi kabul edip, hoşgörülü ve sessiz bir gözlemci haline bürünmek bana iyi geliyor.

dinlemeyi ve karşımdakinin olduğu süreci anlamayı, birşeyler söyleyip "yol göstermek!"ten daha kıymetli bulduğum günleri yaşıyorum. varılacak yerden ziyade yolun önemli olduğunu hissediyorum her defasında. ne de olsa yolda olanın yoluna çıkmak gibi bir niyetim yok, izliyorum..

yolda olanlarla karşılaşıyorum bir de çokça. o da ayrı bir keyif. plan adamları, plansızlıktan az sonra ölecek olanlar, akışına bırakanlar, yoldan sıkılanlar, yoldan yorulanlar, durunamayıp yoldan çıkanlar, yolun tadını çıkaranlar, yolun suyunu çıkaranlar. öyle güzel ki. dünyayı gezeni mi istersin, tatil için gelip evine dönmeyeni mi, ne istersen var. öyle güzel hikayeler dinliyorum ki..

keşke bunları anlşatabildiğim kadar içsel yolculuğumu da anlatabilsem.
şimdi bu bana çok yorucu geliyor, ama daha sonra deneyeceğim..



29 Mart 2014 Cumartesi

imece usulü bolluk ve bereket..

"sera yapacağız" diyor mustafa. içerliyorum. zamanlama manidar. sonra durup diyorum ki, neden bu göreceğim son sera yapımıymış gibi davranıyorum. ben belentepe'deyim. hava güzel. gökkuşağı boyamış gökyüzünü. sevgilim yanımda, oğlum koşmakta.. sera da yapılsın da görmeyeyim. bir ohhh çekiyorum..

ve taner "cuma günü son gün" diyor. istanbul'da işi varmış, gidecekmiş. aklıma ayşe geliyor, "sen çıkarsan aradan ortaya çıkar yaradan" diyen tatlı sesiyle..

yeniköy'e dönüşüm eve dönmek gibi. ohh diyorum muratlar tabelasını görür görmez. nasıl gelişiyor bu aidiyet?

mustafa, firuze, sandra, anne ma ve karavanıyla dünyayı gezen zeynep çalışıyorlar bahçede. elime bir çapa alıp sallıyorum içten içe sahiplendiğim toprağa. ben ona veriyorum o bana. karşılıklı halleşiyoruz. "halimden bilmiyor ben o yari neyleyim" den "benim sadık  yarim kara topraktır"a uzanan türküler dolanıyor dilimde..

çapa yapmak, uykunun en güzel kardeşi. akşam yemeğinden sonra tatlı bir uykuyla buluşuyorum.

ve sabah işleri.. ve kahvaltı.. ve sohbet..

sera yapımına kaç kişi gelecek bilmiyoruz. mustafa gelirlerse hep bir, gelmezlerse biz bize yaparız diyor. hazırlığa gerek yok. herşey olduğu yere varacak, doğa bize bunu söyleyip duruyor. bu beni sakinleştiriyor. çok şükür.

evim gibi hissediyor olsam da, ben buraların yabancısıyım. üç beş kişi oluruz, yahut kimsecikler gelmez sanıyorum. mustafanın evinin önünde dururken bir de bakıyorum ki, sera alanında birkaç kişi var. sonra birkaç kişi daha. sonra daha fazlası.

sera yapılıyor. mutfakta hummalı bir çalışma var. düğün tenceresinde bulgur pişiyor. yetmez diyoruz, bir de mis kokulu mercimek çorbası. ne katsak çoğalıyor. ne katsak güzel kokuyor.

otuz kişilik bir masada kahkahadan ziyade birşey duyulmuyor.. herkes doyuyor. herkes gülüyor.

kayınvalidem, annem, kulağıma fısıldıyor: " misafir bir yer dokuz koyar dolaba" elimiz sağlıklı gönlümüz ferah.. ben mutlulukla bakıyorum tüm yüzlere, ayranlar içilmiş, yüzler gevşemiş. her yaştan insan var. her kafadan ses var. her gönülden ruh var. ben çok şükür demekten yorulmuyorum..

ne çok sarıldım, ne çok öpüştüm derken, bir bir gidiyor dostlar. seramız var, bolluk bereket soframızda, bir eksiğimiz var diye düşünüyorum, biri bize bir türkü söylese, şu elektronik sesler bir sussa..

ramazan amca açıyor mutfağın kapısını, "eşeği götürücem koydum kafama, hiç girmeyeyim" diyor. eşeği bırak da gel diyoruz. "o belli olmaz ki eve gitmeden diyor, söz vermeyeyim, belki de işim çıkar, uykum gelir" o hakikatten zamanın da kararın da her nimet gibi hakkını veriyor, kıymetini biliyor.. ve neden sonra başlıyor kapı aralığından türkü söylemeye.

işte diyorum, bu benim rüyam.

sen kovalama ılgın diyorum, sadece müsade et, çık aradan. ve ver verebildiğince, vermekle almak bir..